Yalnızlık Dupduru Su Gibidir
16 Cuma Eki 2015
Yazan Ece in Adalet
≈ Yalnızlık Dupduru Su Gibidir için yorumlar kapalı
Paylaş
Yalnızlık üzerine çok düşündüğüm bir konu. Saklamıyorum da. Kimi zaman korkuyorum. Yalnızken mutluyum aslında. Kendine yetebilmek, huzurla kahveni yudumlamak, hayata karşı sorumluluklarını yerine getirebilmek, duyarlılığı ve farkındalığı, algısı yüksek olup kalbini tam var olduğu şekliyle kullanmak, hiç esirgememek sevmeyi, hiç bencil olmamak sevgiyi ve hatta öfkeyi, ve herhangi bir duyguyu paylaşırken insan olabilmenin en güzel yanı. Samimiyetsiz olmamak. Vicdanen yaşanılan huzur nasıl da dingin, nasıl da pırıl pırıl. İşte bu pırıl pırıl suda yüzmek pek keyifli olabiliyor. Kendi kararlarını almak, kendin olmak, birinin senin alanına girmemesi ya da senin birini alanına almaman, istemli veya istemsiz senin varlığın üzerinde değiştirme ve egemenlik çabası olmaması, hürriyetinin herhangi bir alana doğru sıkışmaması bu yalnızlık dediğin alanı dupduru yapıyor. Buna alışmak bir yandan keyifli. Öte yandan korkutucu. Çünkü aslında bu pırıltıyı paylaşabileceğin bir ruha sahip olmak isterdin. Paylaştıkça çoğaldığını gördüğün mutluluklar da var. Sevmek, bir insana hayran olmak, yüzüne bakınca kalbinin bir anda ritminin değişmesi zaten bir mucize. Vücudunun koordinasyonunu kaybetmesi, biri için özenmen, onu diğer herkesten farklı bir yerde tutman zaten mucize. Buna aşk diyoruz. Aşk! Herkesin farklı bir tanımı var. Kimi sadece bir kez aşık olunacağına inanıyor. Çünkü bilmem onbeş yaşında ergenken kalbinin gürültüsünü duyduğunu otuz yaşında duymayıp hormonlarına sahip çıkmayı öğrenince aşık olamayacağına inanıp aşkın tanımını değiştirmiş mesela adına hoşlanmak demiş. Öteki hep aşık. Çünkü hep kalbi çarpıyor, izin vermiş, “amaan kalp benim değil mi, bırak pompalasın kanı, dilerse beynime sıçrar, dilerse vücudumu sarar” demiş, aşka aşık olmayı seçmiş, ötekisi buna “sevgi” demiş. Özenmiş, bezenmiş, saygı duymuş, kendini teslim etmiş. Benim için adının önemi yok. Beden dili dediğimiz bir şey var. Bir insanı diğerinin yanındayken, o bedene yakınlaştıran, anlık değil, o insanı diğer insanlardan farklı yapan, ona karşı zaaf geliştiren, dokunduğunda hep içiçe – beyinbeyine- tentene olmak istediğin kişiye duyduğun şey aşktır. İster bir ay yaşa, ister bir ömür. Evet şimdi siz adına ne derseniz demeye devam edebilirsiniz, nasıl tanımlarsanız tanımlamaya da devam edebilirsiniz. Nerde kalmıştık? Aşk. Bir mucize. Daha büyük bir mucize, minicik eller. Önce içinde bir fasulye tanesi, sonra uzaylı gibi resim veren şeyin insana dönüşmesi ve ardından minicik el ve ayak olarak dünyaya gelmesi. Ahh, daha da ötesi, hızla büyüyüp bir karakter edinmesi ve etrafında pır pır dünyayı döndürmesi. İşte o yalnızlıktan feda edebileceğin bir hayat. Ama acaba bu hayat böyle parmak şıklatınca geliyor mu? Ya da öyle masal kıvamı aşklar, sonunda şeker mi şeker bir bebekle biz çıkalım kerevetine tadında mı oluyor?
Etrafımızda yalnız kadınlar var. Yalnız adamlar var. Daha da kötüsü yalnız ilişkiler var. Ne demek yalnız ilişki? İki insanın bir şekilde birlikte olmaya karar verip, bu kararı neden verdiklerini unutup birlikte vakit geçirdikleri tüm anları telefonla ilgilenip üçbeş laf ederek, yemek yiyerek, televizyon izleyerek, birbirlerinden uzak, birbirlerini tanımaksızın geçirmeleri. Buna yalnız ilişki diyebiliriz bence. Adama sorsan “ilişkinizin geleceği var mı?”. Anlayacağı tek şey, evlenip evlenmeyeceğinin sorulması. Vereceği cevap, “ben böyle şeyler düşünmüyorum, bana ters”. Kadına sorsan “ilişkinizin geleceği var mı?” diye. Anlayacağı şey “bu adam seni terkedecek mi?”. Vereceği cevap genelde “şimdilik iyi, bilmiyorum, mutluyuz da aslında”. Mutlu mu bilmiyor ama, sadece korkuyor, yalnız kalmak istemiyor. Hem sorsan “bir çok erkek aldattığından ne farkedecek ki, daha mı mutlu olacak, sanki her tarafta romeo var, bize mi kaldı”. Ne klişe cevaplar değil mi? Herşeyin normalleşmesi ne acı. Mesela artık erkeklerin inanılmaz bir egosu var. Çünkü sevgilisi var, hem de saklamasına bile gerek yok artık, boy boy resmi var, yanında oturuyor, çaprazındaki kadın bir cesaret göz kırpıyor, iş arkadaşı alenen yemeklere çıkıyor flört ediyor, başka biri akşam yemeğe davet ediyor. Aldatan aldatana. Bir arkadaşıma sormuştum. “Neden aldatıyorsun kızarkadaşını, kızarkadaşından daha güzel bir kız ise o zaman daha güzel bir kız ile çıkman gerekmez mi, daha akıllı istiyorsan, daha akıllı biriyle olman gerekmez mi, kızarkadaşının nasıl üzüleceğini düşünmüyor musun?” demiştim. Gülmüştü. “Ben kızarkadaşımı seviyorum. Aldattığım kızların bir çoğu çok daha çirkin ve çoğu da çok da aptal. Bu sadece bir heyecan. O anki heyacanı hissetmek istiyorsun. Ayrıca aldatmayan erkek yoktur. Ortam yapamayan, aldatamayan erkek vardı, ortamı bulup da aldatmayan, o heyecanın peşinden gitmeyen erkek yoktur” demişti. Dürüst bir cevaptı belki. Ama çok acıtıcı. Bu cevabın doğru olmamasını hala diliyorum. Kadınlar açısından değerlendirdiğimde. Yerine koyduğunda yaşanılan vicdan azabı gerçekten çok zor. Kimsenin yüreği böyle bir yükü taşımamalı. Kadın kendisine bunu yapmamalı. Üstelik kendisinin de terazinin diğer tarafında bir gün olmaması için bu hesabı hanesine yazmamalı. Bir anlık yalnızlıktan kaçmak için değer bir yük değil. Duru su, pırıl pırıl yalnızlık ancak pırıl pırıl bir aşk için tercih edilmeli. Aldatan insan kendisi olmakla yüzleşemediği, ergen hormonlarıyla başedemediği, hayatının sorumluluğunu alamadığı, karşısındaki insanı aptal yerine koyma zalimliğini kendi egosuna hak tanıdığı için maymunlaşan, maskeli, sahte bir karakter olmaktan öteye gidemiyor. Kendisine samimiyetsiz bir insanın, kendisine değer vermeyen, kendi duygularından kaçan, kendisini yalnızlaştıran, saygı duymayan bir insanın başka birine saygı göstermesi boş bir beklenti.
Pırıl pırıl bir aşk var mı ki? Bilmiyorum. Birine gerçekten güvendiğinizde yapabileceğiniz bir şey yok. Sonuçta size hayal kırıklığı sunan bir adam veya kadının tercihidir bir dünyayı parçalamak. Bir seçim. Camdan dünyalar. Camdan rüyalar. Kırıldı mı yapışmaz. Ellerinizle teslim edersiniz. Kırıyorsa ne yapabilirsiniz ki? Sizin suçunuz değil. Çoğumuzun derdi aynı. Yetersiz hissederiz. Kendimizi suçlarız. “O mesajı atmasaydım böyle olmayacaktı, oraya gitmeseydim şöyle olmayacaktı, böyle davranmasaydım, bunu giyinmeseydim, şunu demeseydim..” Sonu olmayan çelişkiler. Şimdi dönüp geriye bakıyorum da… Bir şey bitecekse bitiyor. Karın ağrılarıyla o telefonun başında saatlerce gelecek bir tek bip sesi için kıvranmak sonu değiştirmiyor. Uykusuz gecelerce ne olduğunu, neyin yanlış gittiğini, uzaklaştıran şeyin ne olduğunu düşünürken aslında kabulleniş halinde oluyorsun ama ayrılığı göğüsleyemiyorsun. Elini uzatıp o “ilk zamanlarki” sıcaklığı ararken karşında bir duvarın olması senin kayboluşun oluyor, kaybettiğin sevgiliyi arıyorsun. Yolun neresinde kaldı, nerede bıraktık onu, neden vazgeçti? Hiç bir zaman cevabı olmuyor bunun. Yapılan herhangi bir şey farklı olsaydı devam eder miydi, bunun bile bir cevabı yok. Sadece bitmesi gerekiyorsa bitiyor. Ama o uzun soluksuz günler, soluk gri bir anı hep. Hüzünlü, ağır bir anı olarak kalıyor insanın gönlüne. Hatırlayınca affedilemeyen şey, o ağırlığı insanın gönlüne yerleştiren, bu psikolojik tacize yol açan, bu yetersizlik hissinin başlangıcına yön veren, görmezden gelen, kendisi de cesaret edemediğinden son veremeyen, sona sürüklenirken bu tacize karşı tarafı sürükleyen taraf bu nedenle uzunca bir süre affedilmiyor. Kendisini suçlayan, eskiyi özleyen, tek bir güzel söz için bekleyen tarafın kendisini aciz duruma düşürmesi, düşürdükçe sessizleşmesi, küsmesi, mutsuzlaşması ve depresyona girmesi. Diğer tarafın sevildiğini bilmenin ama istediğinin bu olmadığını düşünmenin karışıklığı ile anlamsızlaşan kargaşası, kayboluşu, yeniden kendini doğurmaya çalışması, yeniden denemeye başlaması, daldan dala girişimlerde bulunması, her bir dala gidişinde gönlünün asıl sahibine dair ağır bir pişmanlık çökerse evde bekleyeni bir şekilde ikna edebilecek olduğunu bilmenin özgüveni, seçeneklerin çeşitliliği ve gerçek bir kayboluş. Kırılan bir dünya. Unutulan saflık. O ana dönülecek olsa belki gerçekten mutlu olan, birbirine inanan, güvenen, aşık, heyecanlı, saf insanın zamanda kayboluşu. Ama zayıf olanın elendiği bir dünya düzeni bu. Zayıf duygular da eleniyor. Zayıf ilişkiler de. Zayıf bağlar da…
Bir çok tadı almak değil hayat. Tüketmek, tüketmek, tüketmek… Her alanda bir alışkanlık. Bağımsız, özgür ilişkiler. Moda gibi bir şey oldu bu. Herşeyin pazarlandığı dünyada ilişkiler bile pazarlık. Bir çok insanın kafasının karışık olduğuna inanmak istiyorum. Özellikle cinsel özgürlükle ahlak sınırlarını karıştıranların. Bir kadının veya bir erkeğin özgürce cinselliğini yaşaması, her gece bir veya bir kaç partnerle skor yapıp onsekiz yaşını geçememiş ergen müsabakası gibi alkış istemek midir çevreden? Gerçekten bu insanlar kendilerini “çapkın”, “yakışıklı”, “popüler”, “güzel” mi hissediyorlar sınırları zorlayan yarış ve paylaşımlarıyla. İçki kadehleri, bedenler, ortamlar, zenginliği de gösterir lokasyon/araba/markalar. Bu noktada alınan alkıştan sonra veya alınan ödül “en muhteşem yaratık ödülü” ise bu noktadan sonraki durak nedir? Ahh pardon, tabiki yeni bir beden. Sahte, sonu olmayan bir hayatta koyu gri bir kayboluş.
Hiç bir çıkarın olmadığı, sizi sadece siyah saçınız, ekşi kokunuz, sabah dağınık saçınızla sevecek bir varlık hayal edin. Sıcacık bir öpücükle güne başlıyorsunuz. Biri sizi kucaklıyor. Gün içinde arıyor, sevgi dolu mesajları var. İlgi gösteriyor. Canınız da sıkılsa, başınızı kaşıyacak vaktiniz de olmasa, toplantıdaki sinir bozucu konular canınızı da sıksa o biri telefonun ucunda aptal bir sırıtışla sizi düşünüyor. Akşam oluyor sizinle yemek yapıyor, bıdır bıdır konuşuyor. Sonra da tüm anlattıklarınızı sanki dünyanın en önemli şeyiymiş gibi can kulağıyla dinliyor. Bir de elinden geldiğince yorum yapıyor, rahatlatmaya çalışıyor. Boş bir çaba, kimisi anlamsız cümleler, bazıları çok akılcı tavsiyeler. Birlikte film falan izleyip kol kola uykuya dalıyorsunuz. Bu huzur iyiki var diyorsunuz. Ama insan bu huzura o kadar alışıyor, bu mutluluk o kadar sıradanlaşıyor ki, bir bedel ödenmeyince insana değerli gelmiyor sanırım. Var olanın hayalini kurmazsınız. Hep olmayan bir şeydir hedefiniz. Mesela evinizde ayaklarınızı uzatmış oturuyorsunuz. Mutlusunuz. Size biri deseki kendini 10 yıl sonra nerede görmek isterdin? Hemen daha büyük bir ev isteriz. Niye bilmeyiz bile? Ne yapacaksak daha büyük evde? Oysa daha dün arkadaşlarımıza “evlilik bana göre değil” diyorduk. Sonuçta var olanın değerini bilmemektendir tüketmek ilişkileri. Günümüzde işin içine bir de normalleştirilen ahlaksızlık boyutu, özgürleştirilen cinsellik, sınırsız seçenek bilinmeyenleri de girince her şey daha bir karmaşık hale geliyor.
Ötesi var. Gerçekten inandınız. Evlendiniz diyelim. Hamilesiniz. Bir çocuğunuz olacak. Kocanız evde bir melek. Ama dışarda bir yalancı. Size “balım” diyen melek adam işyerinde bir sevgili, haftasonu başka bir sevgili, facebookda başka bir sevgili yapmış, tam bir şeytan. Doyumsuz ve sizin tanıdığınız adam olmadığına bahse girersiniz. Size karşı centilmen, aşk dolu, aileye bağlı, aile babası, çalışkan bu adam aslında tam bir çapkın, tam bir avcı, kızlarla konuşmalarında zalim, hadsiz, hain. Bir şekilde hamileyken yakaladınız. Onun olması imkansız. Bu yazışmaları yapan adam sizin kocanız ise sizin tanıdığınız adam kim? Eve gelip hesap sorduğunuzda adam tam bir mazluma dönüşüyor. Hamilelik nedeni ile kafası karışık, sorumluluğunun artacak olması onu korkutmuş, napacağını bilememiş, ama sizi kaybedemez, kaybederse ölür, hayatta sizden daha önemli bir şey yok. Tabiki sizi o facebooktaki seksi kadından daha fazla sevmek zorunda, işyerindeki aurası kuvvetli kadın da kim “en fazla, en vazgeçilmez benim”. İşte bu savaşın başladığı yer, adamın ve kadının maskesinin düşüp sahte dünyanın başladığı yerdir. Sahte dünyayı kabulleniş. Oyun gittiği yere kadar gider.
Kimi zaman yaşı gelen erkek ve kadınları da arkadaşları tanıştırır. E tabi onlar çoluk çocuğa karışınca zor oluyor buluşmalar. Kulübe katılmak gerek rahat buluşmak için. Çünkü en yakın arkadaşın mama sıcaklığını, bebeğin poposunun pişiğini, kocasının gece nasıl da bencilce horladığını anlatırken sen aval aval suratına bakıp çok gerektiğinde bir mama pişirmeyi beceremeyip, altını değiştiremeyince işlevini yitirmeye başlıyorsun az çok. Bu durumu kabullenen ve artık evlenmek zorunluluğu hisseden hatta bir tek insanoğlu daha “ee ne zaman düğün, yok mu bir şeyler” diye sormasın diye tanıştığı an yüzüğü takıp evet diyesi gelen yılgınlar var. Vallahi çok haklılar. Mahalle baskısı denilen şey insanı evde romantik komedi izlerken “gördün mü ben evde kaldım” diye ağlatmaya bile başlatabilir. Şaka şaka. Öyle ağlamak için en az üç şişe şarap içmek gerekiyor. Sonrası zaten şuursuzluk. Bu arkadaşlar da girerler bir gaz bu yola, evlenirler, hooop çocuk falan olur, ya sonra bir bakarlar aslında birbirleriyle hiç alakaları yok. Neyse toplumsal görevlerini çok şükür yerine getirdiklerinden gönül rahatlığı ile boşanabilirler.
Toplum çok kötü oldu çok. Bir gece dışarı çık mesela. Gece kulübüne git. İlişkiler demek istemediğim bir iletişim biçimi var 18-30 yaş arası gençlerde. Özellikle bir grup var. Bu 2000’lerde Kurtlar Vadisi dizisi ile gelen furya. Loca kapatır, ağır abiler giyinir, şişe açtırır, masada çıtır, yarı çıplak, dans mı ediyor, sallanıyor mu, ateşe mi çağırıyor anlaşılamayan hareketler yapan kendisini böyle kadın olacağına inandırmış bir et yığını grubu olur. Güzeller güzel olmasına da kadın olmak beden değil karşılık beklemeksizin sevecek yürek ister, annelik hormonunu taşıyan beden ayağını yere basıp dünyayı çekip çevirecek cesaret, toprağa bereket verecek ruh ister. Bunlar o yüzden henüz kendini bulamamış et yığını. Bunların bir kısmı ölene kadar kadın olamıyor. Kadın gibi bakamıyor gözleri, gözkalemi bakıyor. Kadın gibi öpemiyor dudakları, bunların rujları öpüyor. Elleri kaymıyor sevgiyle saçından, alnını alnına yapıştıramıyor, varsa yoksa garip garip ojeleri. Bir adamın sağ elinin altında bir kız sol elinin altında diğeri. Bir onu öpüyor bir diğerini. Bir de bunun fotoğraf çeken versiyonları var. Mesela fotoğraf çekiyor biriyle yanak yanağa. Sonra bakıyorsun diğeriyle. Hiç biri rahatsız değil. Çünkü onlar özgürler. Modern yaşam bu. Bunun 50-25 versiyonları var. Adamın kızı sanıyorsun, sevgilisi. Aman iyiki pot kırmamışsın. Aşk görsen gözünde, çok şükür kız şefkat görmüş diyeceksin, ya da adam gencecik kıza gönlünü kaptırmış. Kalp bu, insana yapar böyle şeyler. Ama yok yani, al gülüm ver gülüm.
Bu ilişki çeşitliliğini uzat uzat bitmez. Bir versiyon daha var. Adamla kız flört ederler. Aslında yanyana herşey mükemmel. Ele ele göz göze. Ama ayrı kalınca tık yok. Bazen adamdan bazen kadından. Haydaaa, kızarkadaşlar toplan, kafa yor, mesajları aç oku, flaşbek yap. “Bir şey mi dedin, işi mi vardı, neyse bekle bakalım belki yoğundur.” Merakla beklersin. Tabiki yine buluşulur, yine herşey harika, öpüşmeler, koklaşmalar, sorulur neden aramadın, bilmemkimin bilmem nesinin bilmemnesine birşey omuş da aman canım boşver derken sarılmalar filan. Sonra aynı senaryo hop baştan. Bu sefer mesaj atılır, online olunur cevap geç gelir, üçüncüden sonra itiraf gelir, “yani ben böyle biraz serbest olsun istiyorum, su yolunu bulur”. Ne demek olduğunu ben anlayamadım, arkadaşım hala suyun yolunu bulmasını bekliyor sanırım sekiz ay oldu.
Sen iyisin, benden daha iyilerine layıksın versiyonlarına girmek bile istemiyorum. Issız adamlar klişe, film çekildiğinde Türk halkının yüzde biri olan ıssız adam nüfusu şu an yüzde altmışlarda, geri kalan yüzde beş 70 yaş üzeri olsa, yirmxi beşi evli olsa, kaldı mı sana yüzde on. Bunun ancak yüzde üçünün senin yaş aralığına hitap ettiğini onun içinden de yüzde bir özü sözü bir,delikanlı, adam gibi adam çıkacağını düşünecek olursak, ne diyorduk? Yalnızlık dup duru bir sudur, su!
Kendinize gelin. Kendinizi bilin. Hep kendiniz olun. Size siz olduğunuz için gelip, sizden vazgeçen biri için sadece yas tutun, ama kendi güveninizi boşa çıkardığı için ve sonsuza kadar hayatınızdan çıktığı için. Sonra yeniden nefes alın, hiç bir zaman kendinizden vazgeçmeyin. Hiçbir zaman ahlaksızlığı, anormalliği, haksızlığı, aldatılmayı, zalimliği, psikolojik tacizi normalleştirmeyin. Kendinize sahip çıkın. Siz bir beden değilsiniz. Siz bir eşya değilsiniz. Ve daha ötesi, birini emanet almaya güvenemiyorsanız sakın adım atmayın. Hormonlarınıza, anlık isteklerinize, egolarınıza sahip çıkın. Bir insanı üzmenin bedeli, adaletin tekamülüdür!